Benim çocukluğumda salona “hayat” denirdi ve hayat tahta zemine kurulurdu. Hayat,
salonda sürer insanlar kalabalık yaşardı. Kimin kimi sevdiğinin ya da
sevmediğinin bir anlamı yoktu. İnsanlar hep bir arada yaşar ama kimse kimseye
kalbini açmazdı. Yürüyüp giden silüetler ne gam taşırdı bilinmez ama bıkmadan
yaşamaya devam edilirdi.
Benim çocukluğumda salona “hayat” denirdi ve hayat
burada sürer giderdi. Hayat’ın kenarlarından kerpiç duvarlar yükselirdi. Kerpiç
duvarlardan da gözyaşı ve ızdırap... “Neden?” diyemeyen; itiraz edemeyen ve
gelişigüzel hayat süren insanların iç sesleri duvarlara karışırdı. Çok sık
dökülürdü kerpicin kireci. Oturup yaslandığında çoktan beyaza boyanmıştı
elbisen. O zamanlar “Elbisem tozlanacak” diye bir şey yoktu. Kireç kokusu ise
hayatın bir parçasıydı.
Hayat'ta Çocuk Olmak
Kerpiç duvarlarda “toka” denen yuvarlak demirler
bulunurdu. Bebekler buralara bağlanır ve etraftan bir sevgi emaresi beklerdi. Bebeklerin oynayabileceği her yer açık ve “hayat”
neredeyse korunaksızdı. Anne kucağından başka sevgi olanağı da yoktu.Tek çare
bağlamak.
Şimdilerin Sardunyası File Çiçekleri
Hayat, hayatın sürdüğü yerdi ve etrafında muhafazası
yoktu. Kapısız ve penceresizdi. Ya da pencereler camsızdı. Bir kapı yatağından
“dambaş” denen muhtemelen “dambaşı” anlamına gelen yere geçilirdi. Beton
dambaşın üzerinde hatta neredeyse 4 kenarında “file” dediğimiz ama yıllar sonra
isminin sardunya olarak bilindiğini öğrendiğim çiçekler vardı.
Bizim evlerin
yegâne çiçeği file çiçeğiydi. Belki çalışmaktan, işten güçten doğayla
kaynaşmayı tam başaramıyorduk. Toprak bizim için ekmeğimizi kazandığımız yerdi.
Bakıyorduk ama görmüyorduk güzelim doğayı. Güzelim çiçekler ve güller sönüp
giderken ızdıraptan ve yorgunluktan onlara bakmayı unutuyorduk. Bir tek file
çiçeği başarıyordu aradan sıyrılıp kendine baktırmayı. Bildiğimiz en endamlı
çiçek oydu. Genç kız gibi dizilirdi evlerin pencerelerine, dambaşlarına ve kapı
girişlerine. Babaannemler, anneannemler ve neredeyse bütün ninelerin evinde
file çiçeği bulunurdu. Renkleri ise beyazdan, kırmızıya, pembeye kadar
değişirdi. Hatırlayamadığım kim bilir daha başka ne renkler vardı. Oysa zihnime
değil kalbime kazınmış olmalıydı. Unutmak için verdiğim çaba işe yaramış
olacak ki aklımda yalnızca üç renk kalmış. Mis gibi de kokardı, şimdi koklamaya
korktuğum çiçekler. Bir koku insana ne yapabilirdi ki? Bir koku yutkunarak
geçmiş onca yılı nasıl bu kadar kolay özetleyebilirdi? Dertleşmek için bir
koku yeterdi işte. Gerisini dile
getirmek ise kocaman bir keşke...
Hayat’ın ikinci katta olması gerekirdi. Hep de öyle olurdu.
Bir kenarından aşağıya ahşap bir merdiven uzanır, merdivenin de küçük bir tahta
kapısı olurdu. Çocuklar düşmesin diye birkaç tahtadan yapılmış küçük kapılar takılırdı.
Tahta merdivenden aşağıya doğru inerken yan taraftaki delik denen pencerelerden
bahçeyi gözetleme şansımız da olurdu. Bu, bir tür eğlenceydi ve çok gizemli bir
alandı bizim için. Hatırladıkça iç geçirtecek derecede hem de. Uzunca inen
merdivenler bir yerde biter ve sola dönerken iki metrelik yürüyüş mesafesi
kalırdı. Sonra tekrar son kalan üç beş basamağı da geçtik mi girişe ulaşırdık.
Merdivenin altı ve yan taraflarda kömürlük bulunurdu. Sağ tarafta hayvanların
damı, karşıda ise genişçe bir alan yer alırdı ve eşyalar burada barındırılırdı.
Sol tarafta avluya çıkan bir kapı bulunurdu.
Avlu denince... 80’lerin bebekleri, 90’ların çocukları silüet
gibi geçer gider oradan. Sosyal hayat avludan ibaretti. Yediğimiz dayaklar,
yiyemediğimiz kaymaklı bisküviler, çamurdan evcilikler ve daha nicesi. Hayat,
biraz da avluda devam ederdi. Yukarıda yani hayat’ta biriktirdiklerimizi avluya
bırakırdık.
Avluyu anlatmaya kelimeler yetmez şimdi. Hangi birini
ve hangisinin barındırdığı duyguyu anlatmaya yeter ki kelimelerim. Şimdilerde
yok o mis kokulu orta büyüklükteki güllerden. Tam da gül kokusu işte. Bir kez
koklayınca gül ağacına yapışıp kalmak istiyorsunuz. Güller ki dedem demek,
çocukluğum demek. Ya dedemin cennet süpürgelerine ne demeli? Avlunun bir
köşesine cennet süpürgesi ekmiş de ortaya kendi eliyle tabure çakmış.
Yeşilliklerin içinde oturalım diye.
Bir de dut ağacı var tabi. Bütün mahallenin meraktan
başına üşüştüğü dut ağacımız. Toplanırdı bütün mahalle çoluk çocuk. Neymiş,
ağaçtan su çıkıyormuş. Dedem gülerek izlerdi hepsini. Onun da hikâyesi bende
kalsın.
Zordu, 80’lerde bebek, 90’larda çocuk olmak. Hani hep
derler ya “Eskiden çocuklar çamurla oynardı, sokaklarda koşardı”. Evet, öyle
olurdu. Yoksa nasıl kalkardı bu çocuklar tekrar ayağa. Rüzgâra verdik öfkemizi,
toprak aldı acımızı.
Sevgiyle kalın…
Ayşe OKTAY #yazargibiyim #makaleseç