24 Kasım 2017 Cuma

Benim Çocukluğumda Salona "Hayat" Denirdi


Benim çocukluğumda salona “hayat” denirdi ve hayat tahta zemine kurulurdu. Hayat, salonda sürer insanlar kalabalık yaşardı. Kimin kimi sevdiğinin ya da sevmediğinin bir anlamı yoktu. İnsanlar hep bir arada yaşar ama kimse kimseye kalbini açmazdı. Yürüyüp giden silüetler ne gam taşırdı bilinmez ama bıkmadan yaşamaya devam edilirdi.
kerpiç evlerde hayat kültürü
Benim çocukluğumda salona “hayat” denirdi ve hayat burada sürer giderdi. Hayat’ın kenarlarından kerpiç duvarlar yükselirdi. Kerpiç duvarlardan da gözyaşı ve ızdırap... “Neden?” diyemeyen; itiraz edemeyen ve gelişigüzel hayat süren insanların iç sesleri duvarlara karışırdı. Çok sık dökülürdü kerpicin kireci. Oturup yaslandığında çoktan beyaza boyanmıştı elbisen. O zamanlar “Elbisem tozlanacak” diye bir şey yoktu. Kireç kokusu ise hayatın bir parçasıydı.
Hayat'ta Çocuk Olmak
Kerpiç duvarlarda “toka” denen yuvarlak demirler bulunurdu. Bebekler buralara bağlanır ve etraftan bir sevgi emaresi beklerdi. Bebeklerin oynayabileceği her yer açık ve “hayat” neredeyse korunaksızdı. Anne kucağından başka sevgi olanağı da yoktu.Tek çare bağlamak.
file çiçeği/ sardunya
Şimdilerin Sardunyası File Çiçekleri
Hayat, hayatın sürdüğü yerdi ve etrafında muhafazası yoktu. Kapısız ve penceresizdi. Ya da pencereler camsızdı. Bir kapı yatağından “dambaş” denen muhtemelen “dambaşı” anlamına gelen yere geçilirdi. Beton dambaşın üzerinde hatta neredeyse 4 kenarında “file” dediğimiz ama yıllar sonra isminin sardunya olarak bilindiğini öğrendiğim çiçekler vardı.
 Bizim evlerin yegâne çiçeği file çiçeğiydi. Belki çalışmaktan, işten güçten doğayla kaynaşmayı tam başaramıyorduk. Toprak bizim için ekmeğimizi kazandığımız yerdi. Bakıyorduk ama görmüyorduk güzelim doğayı. Güzelim çiçekler ve güller sönüp giderken ızdıraptan ve yorgunluktan onlara bakmayı unutuyorduk. Bir tek file çiçeği başarıyordu aradan sıyrılıp kendine baktırmayı. Bildiğimiz en endamlı çiçek oydu. Genç kız gibi dizilirdi evlerin pencerelerine, dambaşlarına ve kapı girişlerine. Babaannemler, anneannemler ve neredeyse bütün ninelerin evinde file çiçeği bulunurdu. Renkleri ise beyazdan, kırmızıya, pembeye kadar değişirdi. Hatırlayamadığım kim bilir daha başka ne renkler vardı. Oysa zihnime değil kalbime kazınmış olmalıydı. Unutmak için verdiğim çaba işe yaramış olacak ki aklımda yalnızca üç renk kalmış. Mis gibi de kokardı, şimdi koklamaya korktuğum çiçekler. Bir koku insana ne yapabilirdi ki? Bir koku yutkunarak geçmiş onca yılı nasıl bu kadar kolay özetleyebilirdi? Dertleşmek için bir koku yeterdi işteGerisini dile getirmek ise kocaman bir keşke...
file ya da sardunyalar

Hayat’ın ikinci katta olması gerekirdi. Hep de öyle olurdu. Bir kenarından aşağıya ahşap bir merdiven uzanır, merdivenin de küçük bir tahta kapısı olurdu. Çocuklar düşmesin diye birkaç tahtadan yapılmış küçük kapılar takılırdı. Tahta merdivenden aşağıya doğru inerken yan taraftaki delik denen pencerelerden bahçeyi gözetleme şansımız da olurdu. Bu, bir tür eğlenceydi ve çok gizemli bir alandı bizim için. Hatırladıkça iç geçirtecek derecede hem de. Uzunca inen merdivenler bir yerde biter ve sola dönerken iki metrelik yürüyüş mesafesi kalırdı. Sonra tekrar son kalan üç beş basamağı da geçtik mi girişe ulaşırdık. Merdivenin altı ve yan taraflarda kömürlük bulunurdu. Sağ tarafta hayvanların damı, karşıda ise genişçe bir alan yer alırdı ve eşyalar burada barındırılırdı. Sol tarafta avluya çıkan bir kapı bulunurdu.
                            
Avlu denince... 80’lerin bebekleri, 90’ların çocukları silüet gibi geçer gider oradan. Sosyal hayat avludan ibaretti. Yediğimiz dayaklar, yiyemediğimiz kaymaklı bisküviler, çamurdan evcilikler ve daha nicesi. Hayat, biraz da avluda devam ederdi. Yukarıda yani hayat’ta biriktirdiklerimizi avluya bırakırdık.
Avluyu anlatmaya kelimeler yetmez şimdi. Hangi birini ve hangisinin barındırdığı duyguyu anlatmaya yeter ki kelimelerim. Şimdilerde yok o mis kokulu orta büyüklükteki güllerden. Tam da gül kokusu işte. Bir kez koklayınca gül ağacına yapışıp kalmak istiyorsunuz. Güller ki dedem demek, çocukluğum demek. Ya dedemin cennet süpürgelerine ne demeli? Avlunun bir köşesine cennet süpürgesi ekmiş de ortaya kendi eliyle tabure çakmış. Yeşilliklerin içinde oturalım diye.
Bir de dut ağacı var tabi. Bütün mahallenin meraktan başına üşüştüğü dut ağacımız. Toplanırdı bütün mahalle çoluk çocuk. Neymiş, ağaçtan su çıkıyormuş. Dedem gülerek izlerdi hepsini. Onun da hikâyesi bende kalsın.
file/sardunya yaprağı

Zordu, 80’lerde bebek, 90’larda çocuk olmak. Hani hep derler ya “Eskiden çocuklar çamurla oynardı, sokaklarda koşardı”. Evet, öyle olurdu. Yoksa nasıl kalkardı bu çocuklar tekrar ayağa. Rüzgâra verdik öfkemizi, toprak aldı acımızı.
Sevgiyle kalın…
Ayşe OKTAY  #yazargibiyim #makaleseç